Başlangıç > Genel > Ankara’da Bir Gece

Ankara’da Bir Gece

kzly2000’li yılların başında Ankara’da bir gece kalmak zorunda kalmıştım. O tarihten birkaç gün sonra kaleme aldığım eski bir yazıyı bilgisayarımın tozlu klasörleri arasında buldum. Aynen yayımlıyorum.

…Otobüs iyice ilerlemişti. İkinci kez geldiğim şehrin bir o semtine bir bu semtine gitmenin göz kapaklarım üzerinde yaptığı tatlı ağırlığa dayanamayıp gözlerimi kapamıştım. Gözlerimi açtığımda epeyce  bir süre geçmiş. Az önce başımı dayayıp masaj yaptırdığım camdan, dışarı bakmaya başladım. Gördüğüm yerleri tekrar görüyordum sanki. Televole’lerden eksik olmayan bir mankenin cesur pozuyla dikkati üzerine çeken reklam panosu, ardından bir alışveriş merkezi. İçimden “Az sonra bir cami ve ardından park gelecek “ dedim. Çok geçmedi önce cami ardından park. Geleceği görmek gibi olağanüstü bir gücüm olmadığını biliyordum. Olsa olsa otobüs geldiği yerden tekrar dönmüş olmalı. Oturduğum oturak birkaç saniye öncesi olduğu kadar rahat değildi artık. Etrafa pek belli etmeden yavaşça yerimden doğruldum. Ne gidecek yerim ne de  bekleyen biri vardı. Yinede bir yerlere geç kalıyormuş edasıyla saatime bakıp otobüsten indim.  Durakta,  benden başka inen olmamıştı… Otobüsteki onca kişinin hayatında ister istemez etkili biri olmuştum.

Yine yürüyüş başlamıştı. Ne tarafa gideceğimi tam olarak kestiremediğimden rastgele yürümeye başladım.”Nasıl olsa bütün yollar Kızılay’a çıkar “ dedim. ( Kendi kendime ) Nitekim öyle de oldu. Çok geçmeden,   kimsenin itibar etmediği üstgeçitlerin altından akan kalabalığın arasında buldum kendimi…

Sanki bayram günü gibi. Herkes bayramlığını giyinip sokaklara dökülmüş.İyi giyimli baylar, süper şık bayanlar… Kimileri ise iki arada bir derede kalmış “Üst Mekke alt Paris” Belki de tek ortak yanları, yüzlerinden okunan çocukluktan kalma bir nakarat “Aris arparis , önümüze geleni çarparis”

Hızla güzel bir bayan geçiyor yanımdan , ardından kucağı çocuklu bir baba, elinde çantası olan kadın ise belli ki müstakbel. Hepsi bir yerlere yetişme telaşında. Ya da bugünkü rolleri sadece benim önümden geçerek göz kalabalıklığı yapmak. Senarist veya yönetmen hiçbirinin gülümsemesine izin vermemiş. “Karşından gelen kişilere sert bak ve yürü“…

Ne büfeci ne de o güzelim simitleri satan adam gülüyor. Belki de haksızlık ediyorum. Belki  onlar da bu şehirde yabancı ve benim gibi vakit geçirmek için öylesine yürüyor…

Az ilerde bana doğru gelen adamın ihtiyar gözlerinin içinden bakıyorum, caddeye ve kalabalığa. Onun gözünde bende anlamsız kalabalığı oluşturan ve hiç gülümsemeyen çoğunluğun içinde sıradan biriyim. Belirgin özelliğim ise pantolonuma sıkıştırdığım gömleğimin dışına çıkmış olması. Belki birazcık da paspal…

Ayaklarım beni meclis binasının önüne kadar getirmiş. Biraz çaprazdan bakıyorum ama televizyondan bildiğim kadarıyla meclis binası işte. Karşımda öylece duruyor. Önceki gelişimde  ilk meclis binasını görmüştüm, küçüktü ama bu mermer yığınına göre daha canlı ve estetik olduğu kesin.

Çok durmadım. Yolun karşı tarafına geçip indiğim durağa çıkacak şekilde yürümeye devam ettim. Hava da soğumaya başlamıştı. Annemin yola çıkarken zorla elime tutuşturduğu mont, sabah elimde olduğu kadar ağır değildi sanki, sırtımı ısıtmaya başladığında. Hava soğumaya başlamıştı başlamasına ama  üzerinde adımladığım asfalt içten içe yanıyordu adeta.Yürümekten yanmaya başlayan ayaklarımın sızısı yetmezmiş gibi nerden başladığımı bilmediğimin bir yokuşu tırmanmaya başlamıştım. Geri dönmekse içimden gelmedi. Yokuş bittiğinde Kocatepe Camiisi’nin yanındaydım. Etrafındaki banklardan birine  oturup bir yandan çantamdaki susamlı bisküvilerden atıştırırken bir yandan da ateş gibi yanan ayaklarımı serinletmeye çalıştım. Caminin bahçesindeki çeşmenin bedava suyundan içip ayrıldığımda  güneş batmak üzereydi.

Kalacağım keşke önceden belli olsaydı. Bir geceliğine de olsa kalmak zorunda olduğumu  anladığımda belki yardımı dokunur diye aradığım hiçbir arkadaşımdan olumlu cevap alamamıştım. Ne zor şey yabancı bir şehirde gidecek yeri olmamak. “Zengin olsam ilk işim misafirhane benzeri bir yer yaptırmak olurdu” diye düşündüm. İlk tren yolculuğumda da, demiryollarının ıslahı için projeler geliştirmiştim. “Hiçbir yer bulamazsam otogarda bir yerde sabahlarım ama şimdiden gidersem sabah zor olur, biraz daha vakit geçirmeli”

Karanlığın gizlediği çirkin yapılanmayı pencerelerden sızan ışıklar kısmen ortaya çıkarsa da gündüz olduğu kadar çirkin değil …Zaten siyahı hep sevmişimdir. Kimileri gücü simgelediğini  iddia etse de bana göre yalnızlığın ve hüznün rengi olmalı. Zaten gücü elinde bulunduranlar etrafındaki kalabalığa rağmen yalnız değiller mi ? Neyse, her şeye rağmen gecenin kara makyajı yakışıyor yaşlı kadına…

Susamlı bisküvinin verdiği kolori beşyüz adım ötedeki dönerciye kadar susturabilmişti açlığımı. Pek sevmediğim halde ekmek arası bir şeyler atıştırmak için girdiğim lokantada yemek yiyenleri ve çalışanları süzdüm. Yavaş yiyerek vakit geçirmeye çalıştım, ayran bardağıyla oynadım, masaya döktüğüm kırıntıları  garson çocuğa zahmet vermemek için topladım. Yinede içeride kalmam fazla sürmedi. Zaten hep özenmişimdir tadını ala ala çay içen yemek yiyen insanlara. Ne yaparsam yapıyım o kadar yavaş olamıyorum.

Akşamla birlikte iyice kalabalıklaşan caddelerin birinden diğerine geçiyordum…Tatlı niyetine aldığım çikolatalı gofretin ambalajını atacak bir çöp bulamamıştım. Yere atmak istediğimde ise herkes bana bakıyormuş gibi geldi. Kalacak yer sorununu saymazsak sıradan bir çöp kutusu bulmak gecenin birincil amacı olmuştu. Elimde buruşan ambalajı cebime koyduğumda ise unutacağımı ve birçok defalar yaptığım gibi eve kadar götüreceğimi biliyordum…

Vakit çok geç olmamıştı ama yinede uykum gelmişti… Kızılay’ı aynı gün içinde benim kadar turlayan kaç kişi olmuştur acaba ? Geçtiğim yerden geçmemeye dikkat ederek bir aşağı bir yukarı dolanıp duruyordum. Dayanacak halim kalmamıştı. Yürümek neyse de uykusuzluk bana göre değil. Otogarda sabahlamak pek akıllıca gelmiyordu. Kendimden çok çantamdaki fotoğraf makinem için güvenli ama yıldızsız  bir otel bulmalıydım. Oldukça hareketli caddeleri adımlarken bir otel gördüm. Yıldızlı bir oteldi, eminim bana göre pahalı bir yerdi ama kapısında duran görevlinin uysal görünümü cesaretlendirdi. İçeri girip, gecelik fiyatlarını öğrendiğimde tahmin ettiğim kadar yüksek olmaması biraz şaşırtmıştı. Ama yinede daha ucuz bir yer bulabilir miyim diye sordum… İki cadde aşağıda bir yer tarif ettiklerinde oldukça mutluydum. Ayaklarıma güç gelmişti ve daha hafifti kahverengi botlarım.

Bir bir önünden geçtiğim barlarda farklı şeyler konuşuluyor olsa da dışarıya taşan uğultu birbirinden ayırt edilemiyecek şekilde aynıydı…Tarif edilen caddeyi ise Barış Manço’nun Gülpembe’sini canlı müzik adı altında katleden solistin sesi sarmıştı. Müzik sesinin hakim olduğu caddede, zor da olsa ucuz tarifeli otelin küçük tabelasını görebilmiştim.

Nihayet, otel görevlisinin bir gecelik parayı peşin aldıktan sonra çıkarttığı odadaydım. Yan yana iki ayrı yatak, çalıştığından şüphe ettiğim eski model bir televizyon… Görevlinin ardından kapıyı kilitleyip,  yataklardan pencereye uzak olanına uzandığımda  odama kadar gelen “Gülpembe” şarkısı kulağa o  kadar da kötü gelmiyordu artık…

  1. Henüz yorum yapılmamış.
  1. No trackbacks yet.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: